6 Aralık 2013

tercihinizi yapın: köprü trafiğinde sahte bir konforla sıkıntı içinde saatlerce kös kös direksiyon sallamak mı istiyorsunuz, cümbür cemaat festival havasındaki metrobüslere sığışıp zamanı ıskalamamak mı? yazmış birisi...

insan kazanmak, insana yatırım yapmak yaşamı insanlarla yaşamak ... 
ince işler bu insani işler...
içinde hatır gönül var, sevgi var, vefa var... ya da yok... 
vefa'ya kafam takıldığında hep şunu düşünürüm, , sürüncemeli bir mevduatın ortasındaysanız, sizin hesabınız zaten feshedilmiş demektir ki her halükarda çırpınmak manasızlaşacaktır...
aslında hatırımızdan çıkaramadıklarımızdan çok unuttuklarımız kadarız...
Yunus boşa dememiş... 

"bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil..." diye...
sene bitiyor ya... ne çok giden oldu bu sene...ne çok biten oldu...
iş gitti, sevgili gitti, arkadaş, evlat saydıkların gitti... 

kimsenin yeri boş kalmadı... biri gittiyse biri geldi... 
kimisinin yerine ise önyargılar, temkinler geldi...
yaşamak için iş nasıl devam ettiyse, geri kalanı da devam etti ...
vefa fantezisinin olmadığı yerde vefasızlığın da olmadığını bilmek lazım...

yeryüzünün henüz tanışmadığımız renkli ve güzel insanlarla dolu olduğunu görüp eskicilikte ısrar edip de küflenmemek lazım...

Aklıma Uğur Mumcu’nun bir köşe yazısında 

“Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız, sonra, daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur.” dediği geldi... 
nitekim bu ülkenin insanları onu da unuttu...

ya benim unuttuklarım... / sabrımın sonudur bir anda unutuvermelerim....
yine de insanlarla kalabalıklar da yaşama inadım...
yılsonuna daha çok hesap var... ama şimdilik....

Demem o ki, hayali kurulası, ‘uyuşup’ da unutulmayası, anılası, anlatılası, paylaşılası güzelliklerin gerçek olması, yatağında çarşafının altına saklı bezelye tanesinden rahatsız olup uykusu bölünen prensesin rüyamıza girmesi ve hayra yorulması dileğiyle…

tercihizi yapın 

5 Aralık 2013





"ıslıklayıp istemeden öldürdüğüm kuşlar da vardır, 
tekmelememe rağmen ölmeyen insanlar da..."

sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere ve sokakta ki tehlikelere karşı koruyabilir... bu direnci kıran tek şey ise: sevgidir.. eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirseniz kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çeker ...bir gün vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlağında bulması işten bile değildir... ondandır ev alıp baktığımız kediciklerin artık sokakta yaşayamaz hale gelmesi...

küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen kediciklerin kaderinde kendi aşk hayatımızın hulasasını buluyorum sanırım... 
biz de sevginin şefkatine sığınıp, sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı elevermiyor muyuz? Yıllar yılı ardına saklandığımız barikatlari gönüllü terk edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz? Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair inancımız yüzünden koruma duvarlarımızı kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz? 
sonra... sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor... şefkatimiz katilimiz oluyor... 
ders almak mı? ne münasebet!.. daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını... 
kedi yavrusundan farkımız yok sevginin karşısında...
Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta cocukça uysallaşıp, her hayalkırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, 
her terkedişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "bir daha asla"larla "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.
belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır... şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardını almış hayatta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir...

neden alalade bir düzen içerisinde yaşayıp ne olduğumuzun farkında olmadan ölemiyoruz?
 öylesi daha huzurlu değil miydi?

29 Kasım 2013

''büyük işlerin içinde namus aramak yanlıştır.. namusun içinde büyük işler aramak kadar.''
sevinç, hüzün ve namus üç yakın dosttur. gün gelir üçünün de yolları ayrılır. ayrılmadan önce son bir defa bir araya gelirler ve yarınlarda nasıl birbirlerini bulacaklarını sorarlar birbirlerine. sevincin cevabı basittir. "nerede..." der "... bir düğün, bir şölen, bir zafer varsa; nerede insanlar eğleniyor ve gülüyorsa ben de kesinlikle oradayımdır." hüzün'ün cevabı da basittir. "ben..." der hüzün, "her zaman cenazelerdeyimdir. yenilgilerde, ayrılıklar, acılarda ve meyhanelerdeyimdir. ağlayanları bulun; beni de bulursunuz." sonra ikisi de o ana kadar sessiz kalan namus'a dönerler. kendine soru dolu bakışları görünce namus da dile gelir. "beni aramayın boşuna." der namus. sonra da ekler: "ben bir kere gittim mi bir daha dönmem."
yalan olmamak dürüstlüktür... ama namus daha derindedir... vücudun dışından başlayıp, beynin kıvrımlarında..yüreğin içinde... ciğerin bir köşesindedir... dürüst olmak yetmez namuslu olmaya...
bu ülkede namus...
"kadına çıkan ölüm fermanıdır."
ülkedeki gerçeklere bakarak ne olduğunun,nerede olduğunun tartışılması gereksizdir... oysa birçok dilde karşılığı bile yoktur.
bu ülkede kadın...
"namus, işgal edilemez toprak, bereketli tarladır."
bu ülkede namus "et"e gelir... söze gelmez...öze gelmez...oysa namus "et"ten ötededir...
oysa;
"namus, insanın vicdanı ile başbaşa kaldığı zaman ona verecek utandırıcı hesabı olmaması demektir."
biraz ağır olacak ama bu ülkede ...
namus dediğin, ataerkinin pis nefesinin kadının üstüne sinmesidir, yıka yıka geçmez. bir türlü anlaşılamayan şey ise bu pisliği neden taşıttırdığımızdır...
oysa asıl namus onur üzerindeki kırılgan partiküllerdir...
el kadar çocukların kadın görüldüğü bir ülke de....

22 Ekim 2013

“senin sessizliğini anlamayan, muhtemelen senin sözlerini de anlamaz.”   elbert hubbard 

"sessizlik de bir perdedir.                                                                              sessizliği işitebilirsin.                                                                                             'es' bile, bu perdeye kıyasla, 'ses'tir."

.... orada duruyorsun. çok yakın bana... aramızda incecik bir ses bile kalmadı. tüm sesleri tükettik. bu kadar küçük mü dünya? yanı başımdasın da sanki... evren bu kadar büyük mü?

 hiç ses yok artık. bakıyorum da sana, söylenecek hiç bir ses yok. bir şarkı; yok. bir şiir; yok. sana dair, bize dair hiç bir şey kalmamış. ne çabuk yitirdik? söylesene sekizinci renk yok mudur gökkuşağında?                                         dokuzuncu nota yok mudur sol anahtarında? 

imkansız sözcüğü,                                                                                                     tüm duvarlarını boyamış, aramızda hiç ses yok, hiç renk yok... 

söylesene be çocuk, sonsuzun resmi olur mu?                                                       sonsuzun şarkısı olur mu?                                                                             sonsuzda imkan aranır mı be çocuk? 

bilirim, küçük bir şey söylesem devamı gelecek...                                                 sonsuz devam eden bir şey değil ki... 

söylesene çocuk, sonsuz başlayan bir şey mi ki?

12 Eylül 2013

Gece de uyku kaçınca kitap, film olmadı dizi moduna girdim haliyle…
“BEN ONU ÇOK SEVDİM” geldi aklıma… her yerde görüyorum reklamlarını bir zamandır… Adnan Menderes ve dönemine bir ilişki çerçevesinden bakılacak bir senaryo yazmış Seda Altaylı, Mehmet Bahadır Er yönetmiş diziyi… Önce Mahir Günşiray’a giden teklif sonra Mehmet Aslantuğ ile çekilmiş. Kadronun seçimleri de hayli ilginç… velhasılı bunlar beni çok da ilgilendirmiyor…dizinin içeriği de çok umrumda değil… Adnan Menderes’in, Fatin Rüştü Zorlu’nun  ilişkileri kaç kadınla yattıkları o kadınları eşlerinin bunları bilmesi hatta bu ilişkilere ses çıkarmıyor ya da çıkaramıyor olmaları, bunların hepsi memleketimde ki ” yeşil renkli namus gazı”nın sonuçları elbette… Bir kitap, bir film, bir dizi için iyi malzeme… aşk, seks…sefahat…politika… haliyle baskı, şiddet, ölüm hepsi var içerikte…
Benim derdim ise şu…”PANA FİLM” yapımı olan bu dizinin neden yapıldığı…
Hikaye CAFERİ TAYYAR ŞAŞMAZ ile başlıyor…Elazığ’ın tanınmış ailesi Mücazoğulları’ndan. Kökeni Kadiri tarikatı kurucusu Abdülkadir Geylani’ye uzanıyor. Kadiri ve Yesevi tarikatı şeyhlerinden eğitim almış. Sonra kendi Kadiri dergahını kurmuş şu an Harput’ta Tayyar Baba Türbesi’nde yatıyor.
Ve hikaye ABDÜLKADİR ŞAŞMAZ ile sürüyor. Marmara Üniversitesi ilahiyat mezunu. Babasının ardından dergahın başına o geçmiş. 1989’da Ankara’ya gelmiş. 1991’de dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’e danışmanlık yapmış. Türk-İslam sentezini savunan, radikal İslam’a karşı çıkan bir dünya görüşüne sahip. Abisi Mehmet Tahir Şaşmaz ise, emekli bir öğretmen. 1977’de MHP’den, 1987’de de DYP’den iki dönem Elazığ milletvekilliği yapmış…
90’ların başında Abdülkadir Şaşmaz, Cengiz Solak, Zülfü Canpolat ve Fahir Yüksel tarafından MÜCAZOĞLU Tanıtım, reklam şirketi kurulmuş… Fahri Yüksel, 1999’da MHP’den Malatya milletvekili seçilip, mazbatasını alamamış… Oral Çelik’e yakınlığı biliniyor. 1979’da siyasi bir cinayete karıştığı iddia edilmiş… Mecidiyeköy’de Simit Mekanı diye bir işyeri varmış. Kurtlar Vadisi ekibinin uğrak yeri imiş. Zülfü Canpolat, Avrupa Nizam-ı Alem Federasyonu Kurucu Genel Başkanı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’sine yakınmış.. Kardeşi Mehmet Canpolat ile tanıtım, reklam işleri yapıyorlarmış. Kurtlar Vadisi Irak’ın Avrupa’da dağıtımını sağlayan şirketle bağlantıyı kuran kişi. Cengiz Solak ise, Harp Okulu’ndan ayrılma bir tüccar.
Bu grup TAKVA’nın kurucuları . TAKVA; Tam adı Tasavvuf Kültürünü Araştırma ve Geliştirme Vakfı. 13.2.1990’da kuruluyor. Merkezi Ankara’da Altıdağ ilçesinin İskitler semti. Oto tamirhanelerinin de bulunduğu Maslak İş Merkezi adlı bir binada. Bazı işyeri sahipleri vakfın bulunduğu yere Maslak Mescidi de diyor. Kurucusu Abdülkadir Şaşmaz, vakfın başkanı da olmuş… Ankara’da tasavvuf çevrelerinin uğrak yeri imiş… Sık sık Şaşmaz’ın yönettiği sohbetler yapılıyormuş.
ÇAĞRIŞIM; TAKVA’nın yayın organı olarak, 1991-97 arası 100’ün üzerinde sayısı yayınlanan dini dergi. Merkezi, İstanbul Mecidiyeköy’de İbrahim Polat’a ait bir bina. Başyazılarını Abdülkadir Şaşmaz yazıyor. Genel yayın yönetmeni Ömer Lütfi Mete. Yazı işleri müdürü Ahmet Tezcan. Çıkan yazılar, genelde radikal İslam karşıtı. Erbakan hükümetine muhalefet ettiği biliniyor. Ayda en az bir kere, her sefer yaklaşık 1500 tane basılıyor ve 1000 adet satılıyor. Yazı İşleri müdürü AHMET TEZCAN Eski gazeteci. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın basın danışmanlığını yapmış… Abdülkadir Şaşmaz ile Ankara yıllarından tanışıyorlar. Fotoğrafları basına yansıyan, 1991’de Ankara’da yapılan zikir töreninde Necati Şaşmaz ile birlikte o da gözüküyor TAKVA’nın kurucuları arasında. Çağrışım dergisinin de asıl fikir babası. (Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kurtlar Vadisi Irak filmini, gösteriminden 2 hafta önce Pana Film’in stüdyosunda özel olarak izlemişti.)
Hikayenin bundan sonrasında Şaşmaz kardeşler var… Necati Şaşmaz, yeşil kartlı bir Amerikan vatandaşı, Kanada, Amerika sonra Türkiye’de “POLAT ALEMDAR”  olmadan öyle teroristlerle çatışıp, olayı vatan için ölmelere bağlamadan önce araya sıkıştırılıp yapılmış 1 aylık bedelli askerlik ve 11 Eylül 2001 tarihli bileti sebebiyle Amerika’ya geri dönemeyip başımıza kalması… arada bir de Ukrayna’yı denemiş ama şansımıza tüküreyim tutmamış orası da… en büyükleri Necati, en küçükleri ise Zübeyr, oyunculuk yapıyor ODTÜ lise sonra Bilgi Üniversitesi… Esas kan kırmızı olan ise ortancaları…
TAYYAR RACİ ŞAŞMAZ   Ailenin şimdiki beyni. 1993’te okumak için Ankara’daki ailesinin yanından ayrılıp İstanbul’a geliyor. Marmara Üniversitesi sinema televizyon bölümüne giriyor. Karizması ile İstanbul’da yaşayan birçok Elazığlı genci çevresinde topluyor. Dedesinden gelen itibarla herkesin saygı gösterdiği bir kişilik oluyor. Çevresindekilerle sık sık Ömer Lütfi Mete’nin liderliğinde düzenlenen Mecidiyeköy’deki toplantılara katılıyor. Senaryo yazma işine de yine ilk Mete’nin sayesinde Deli Yürek dizisi ile başlıyor. Başlarda Mete’nin yardımcısı gibiyken, 1999’da senaryo ekibine dahil oluyor. Ardından Osman Sınav ile birlikte Deli Yürek Bumerang Cehennemi filmini yazıyor. Ekmek Teknesi ve Kurtlar Vadisi dizileri ile de asıl sükseyi yapıyor. Senaryo çalışmaları bir yandan sürerken, bir tanesi babasından devraldığı iki şirket denemesi oluyor. İkisi de başarılı olmuyor. En sonunda abisi, kardeşi ve 3 yakın arkadaşı ile Pana Film’i kuruyor.
Ömer Lütfi Mete Gazeteci, yazar, senarist. Abdülkadir Şaşmaz ile 1989’da Ankara’da tanışıyor. TAKVA’nın kurucularından oluyor. Çağrışım’ı çıkarıyor. O yıllar, derginin merkezinde sık sık, tasavvufa dair konuşmaların yapıldığı çiğ köfte toplantıları düzenliyor. İzzet Altınmeşe, Ahmet Özhan gibi ünlüler geliyor. Raci Şaşmaz’ı İstanbul’da gözeten, Osman Sınav ile tanıştıran, senarist olarak işe başlamasını sağlayan kişi…
PANA FİLM ‘den önce kurulmuş halen tasfiye halinde olan bir şirket var .PANA elektronik… 2002’de bilgisayar güvenlik sistemleri satmak için kuruluyor. Yüzde 40’ı Osman Sınav’a, gerisi 30-30 Raci Şaşmaz ve Mustafa Kızılilsoley’e ait olacak şekilde. Sonra Sınav’ın yüzde 10 payını satın alarak Nilüfer Sinanlı da ortak oluyor. Tutmuyor. Kızılilsoley ve diğer ortaklar arasında ihtilaf var. Nilüfer Sinanlı, Diyarbakır’da köyleri ve arazileri olan bir hanımağa. Geçtiğimiz aylarda ayaklanan Sinanlı Köyü de onun. Sınav ve Şaşmaz ile 2001’de tanışıyor. Bumerang Cehennemi, köylerinden Bademli’de çekiliyor. Mustafa Kızılilsoley, 2000’de Osman Sınav ile tanışıyor. Deli Yürek’in çok popüler olduğu bir dönemde böyle bir şirket kurmak onun fikri. Hipnoterapist doktor olduğunu söylüyor ama etrafındakiler yalan söylediğini iddia ediyorlar. Bir ara kurduğu psikolojik gelişim enstitüsü adlı yeri 2004’te kapatmış.
OSMAN SINAV Reyting rekorları kıran TV dizilerinin yönetmeni ve Sinegraf şirketinin sahibi yapımcı. 1998-2001 arasında 90 bölüm süren Deliyürek dizisini çekiyor. Ardından aynı yıl, Deliyürek Bumerang Cehennemi filmini tamamlıyor. Raci Şaşmaz’la yakınlığı iyice gelişiyor. En flaş iki projesi Ekmek Teknesi ve Kurtlar Vadisi’ne de beraber başlıyorlar. Ancak bir süre sonra çekilip ikisini de Raci Şaşmaz’a bırakıyor ????Osman Sınav, ayda yaklaşık 2 trilyon ciro yapan iki diziyi neden bıraktı diye o kadar çok konuşuldu ki… Sonuçta 2004’te Raci Şaşmaz’ın kurduğu Pana Film, iki büyük diziyi devralarak yola çıktı. Şirketin diğer ortakları da kardeşleri Necati Şaşmaz ile Zübeyr Şaşmaz ve arkadaşları Bahadır Özdener (Eski gazeteci. Raci Şaşmaz ile 1993’te Marmara Üniversitesi’nde gazetecilik okurken tanışmışlar. Radikal, Sabah, Net Haber ve Aktüel’de çalışMIŞ ), Hasan Kaçan (yüzünü paradan yana dönen bir başka hikaye) , Faruk Çetinkaya. Hiçbir şey açıklamak istemedikleri gibi aralarındaki hisse paylaşımını da söylemiyorlar. Tek bilinen yönetim kurulu başkanı Raci Şaşmaz. Şaşmaz’ın Elazığlı hemşerisi ve İstanbul’da okuduğu günlerden tanıdığı Avukat Çetinkaya ise, şirketin hukuk işlerine baktığından sembolik bir hisseye sahip. Elde edilen gelir nasıl paylaşılıyor bilinmiyor.
Film çekmek için milyon dolarlık finansmanlar nasıl sağlanıyor o da meçhul. Ancak birkaç rakam, şirketin sahip olduğu ekonomik boyut hakkında fikir veriyor…
İşte şimdi bu grup ” ADNAN MENDERES” i çekiyorlar…
Benim açımdan Kurtlar vadisiyle yeterince ıslatamadığını düşünen Pana Film’in hükümetin dötünü bu sefer tükürerek yaladığı dizidir…
Menderes açısından bakıldığında ise… Türkiye’nin koca bir devrinin, en önemli kısımlarından birinin ulus zihnine bir aşk hikayesi olarak pompalanmaya çalışıldığı aşikar bir hikaye gibi görünüyor… Bu dizi ile belli ki Adnan Menderes “RTE’nin idolü”, tanımayan nesillerin aklına farklı nakşedilecek… Gerçi bir devletin başbakanı iken evli ve 3 çocuk babası bir adam iken tüm derdi uçkuru olan bir adam görüntüsü RTE’ ye ne getirir , muhafazakar kesimler buna ne der bilemiyorum…dizi atv’de yayımlanıyor ve akp’liler “alnı secdeden kalkmayan bir başbakan” olarak bildikleri Menderes’in aşk meşk işlerine ne diyecekler çok merak ediyorum… ama adamın  iktidarı pahasına “arapça ezan’a ” geçmesi, 3 çocuğumu şehit veririm vatana diye çığlık atması aynı birilerini hatırlattı bana… Alttan alta dolaştığına göre de bizim RTE’nin Menderes’le örtüşen başkaca marifetleride var imiş… şimdi çıkmaz onlar hele bir balık kavağa çıksın… hangi solist kimin sevgilisiymiş şimdiler de, hangi şarkıyı Başkanı için söylermiş onları da bizim torunlar seyreder elbette…
İlk dizide ” güzel adam be” diyor bir kadın…  beni geren bir diğer nokta da bu, tarihten bihaber insanlara tarih içindeki insanları bu şekilde empoze etmeye çalışmaları… “ayyy adnanla ayhan’ın aşkıııı” diye ortalıkta mal gibi dolaşacak insanlar olacak. Hatırla Sevgili’den sonra “Deniz Gezmiş çok yakışıklıymış, offf Mahir Çayan ” diyen mal kızlarımızın ortaya çıkması gibi…
Bu halka zulüm etmiş, Türkiye’nin ipini ABD’nin eline vermiş, bu ülkenin evlatlarını ABD adına ölsünler diye Kore’ye yollamış, iktidarı kişisel refahı için kullanmış Adnan Menderes’i aziz mertebesine çıkarmayı başarabilirler mi bilemiyorum ama RTE hükümetinin karşı durduğu kürtaja Menderes ve Zorlu karşı dursalarmış ortalıkta epey gayrimeşru çocuk olurmuş o kesin…
Benim açımdan tam bir çifte standart düzen temsilcisi olan Demokrat Parti’de Ak Parti’nin kendini bulması hiçte şaşılası değil…
Dizide neyi ne kadar verirler bilmem  ama Ayhan Aydan’ın müzisyen eşi Ferit Alnar’ın karısı karşılığında para aldığını verirler elbet, Adnan Menderes’in başka sevgililerini nasıl verirler bilmem… benim bildiğim tarihe geçmiş 3 evli kadın var kocalarının da ilişkiyi bildiği Başkanın eşlerini evlerinin kapısından alıp becerdiği… Sadece onun değil Zorlu ve Koraltan’ın da böyle ilişkileri var… Faşist bir yönetimin gelebileceği noktanın ufacık bir göstergesi bu ama eminim dizi bunu böyle vermeyecektir… Mehmet Aslantuğ’un neden yer aldığını bilmediğim bu dizide eminim insanlar “aşk” seyredip zavallı Menders’in mahkemede “özel” hayatına nasıl saldırıldığına şahit olacaklar ve “ay canım ya kıyamam nasıl astık biz bunu” diyeceklerdir…
Davada savcının “bebek davası” ında yaptığı meşhur konuşmayı yazmadan geçmek istemiyorum…”devletin gizli evraklarının saklandığı bir kasaya “tarihi hatıralar” yaftası yapıştırılıp içinde her biri bir günahın delili sayılabilecek mahiyette kadın çamaşırları, müstehcen resimler saklanmasının hangi ruhi sapıklığın eseri bulunduğunu belirtmekten haya duymaktayız. ”
velhasılı…bir tehlikeli afyon daha yapmış PANA FİLM… amacı ve sponsoru gayet belli bir şekilde…Şaşmaz kerdeşler daha genç bişi olmazlarsa onlardan 30 en fazla 40 sene sonra “SENİ SEVDİK USTA” diye bir dizi yapmalarını bekliyorum….
YANİ DEMEM O Kİ ADNAN MENDERES “KURTLAR VADİSİ”‘N DE ARTIK… POLAT ALEMDAR ALACAK ONU İPTEN….


1 Eylül 2013







Güneş doğmadan hemen önce, bazen her yer kararır...
Ne zaman yaşama karşı bir panik hissetsem... arka arkaya ikisini birden tekrar izliyorum... durgun, dingin ve sakin... yaşama ve insanlara bakışı diyaloglardan geçen bir insan iseniz... romanları, konuşmaların olduğu sıkıcı filmleri seviyorsunuz... Before Sunrise ve Before Sunset... baş ucu filmi...
Kaçırdığımız ne çok fırsat ve tesadüf var yaşamda...
Bir gün bir yerde yolunuzun kesiştiği bir insanın yaşamın şartlarından dolayı yaşamınıza teyet geçen bir insanın, aslında  belki de tüm yaşam içinde "huzur" la sizi buluşturacak insan olması ihtimali nedir?
Denenmemiş ilişkiler midir "acaba" ile insanlarda "ümit" bırakan... Çünkü denediklerimiz hep mi süreç içerinde sorunlar, iletişimsizlikler ve yaşamın gerçekleriyle yok olup giderler ?........
Before Sunrise... genç adam genç kadını trenden birlikte inmeye ikna etmek için şöyle diyor...

"bunu söylemediğime pişman olabilirim. Düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim."

ve tesadüfler gülüyor halimize..
Devamlı aklımla kalbimin arasında bir yerde olanın,tanımlayamadığımın anlatıldığı... dünyada olmayanın ama cennette de olmayanın, aradığım, bulmak istediğim ancak mükemmelinin olmadığını bildiğin öykünün acısı, günes ışığının trene binip gitmesi, en güzel anı yaşadığımda bile bir an olacağını, devam etmeyeceğini bilmemin hikayesi benim için...

Before Sunrise'ın bir sahnesinde genç adam genç kıza bir hikaye anlatır "evlilik töreninde evlenmek isteyen çiftin birbirinin gözünün içine uzun saatler boyunca baktığını ancak bu uzun bakışmadan sonra ilahi bir his oluşursa artık evli sayıldıklarını" anlatır... birinin gözlerine çok uzun baktığınızda malesef ki yaşadığınızın gerçekliğini görmeniz kaçınılmazdır... Ve ben düşünüyorum ki  uzun yıllar birbirimizin hayatında kaldığımız insanların gözlerine 10 dakika süreyle  bile başka hiçbirşey düşünmeden bakmamışızdır...
İlk filmin sonunda buluşmak üzere ayrılan iki genç insan yıllar sonra bir filmle bende bıraktıkları sorulara cevap vermişlerdi...
İlk filmden 9 sene sonra kendi yaşlarıyla eş zamanlı olarak ikinci senaryoda bu kez Before Sunset ile bu iki insan büyümüş, ilk tesadüfü kaçırmış, yaşanmışlıkları ve yetişkin yaşamları ile bir araya gelmişlerdi... benim gibi ilk filmi zamanında seyredip yıllar sonra 2. filmin yapıldığını öğrenenler için ciddi bir yaşama cevap niteliğinde idi... 
Buluşup buluşmadıkları benim zihnime bırakılmış ilk filmin sonu benim zihnimde  buluşulmamış olarak yer etmişti... yaşama karşı pembe hayalleri olamayan biri için en kabul edilebilir hikaye "aşk'ın an olduğu" idi...
İlk filmde Celine şöyle diyordu...

"eğer bir tanrı varsa, hiçbirimizin; ne senin ne de benim içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. eğer bu dünyada sihir diye birşey varsa birinin birşeyi paylaştığı anlama girişimindedir. bunu başarmak imkansız gibi birşey ama... kimin umrunda ki? cevap girişimde olmalı..."

"insanlar koca bir hayatı yalan yaşıyorlar.."

Herkesin planlı aşık olup, kar zarar hesaplarıyla birbirini sevdiği bir çağda yaşayan bizler için bu film ilaç...
hayatta yaptığımız her şeyi,biraz daha sevilmek için yapmaz mıyız? ben sormuyorum film soruyor ....

9 yıl sonra...

Merak ettiğim Before Sunrise'ın prodüksiyonu sırasında 9 yıl sonrası için çekilmek üzere tasarlanmışmıydı  Before Sunset…

Ne kadar ironiktir ki vals melodili bu Avrupa hikayesinin en sevdiğim tarafı, hayatın belki de en karmaşık ve ayrıntılı hissiyatını,  olabildiğine ağdasız ve duru şekilde anlatmasıdır…  ne kalıplaşmış ezbere romantizm klişeleri, ne de zorlama rastlantılar vardır…

"çok zaman geçti. belki de bu seninle bile ilgili değil. o zaman yaşadıklarımızla ilgili."

Kaybetmekten, vazgeçmekten, kabullenmekten geçmiş yollarını film şeridi yapıp, eğitilmiş bakışlarıyla etrafı izliyor gibi dururlar sadece.. isyanları da budar zaman sanki, gün batmadan büyüme zorunluluğu vardır... bağırsak da çıkmaz sesimiz artık …  saat, sadece çok geç olduğunu gösterir gibidir..

Yaşam ertelediklerimiz, yerine koyduklarımız…yok saydıklarımızla yaşanırken hepimizin içten içe istediği  çoğu zaman o mucizevi  dokunuş değil mi…

Keşkesiz bir hayat yaşanılabilir mi ki..?

Bu iki filmi bu kadar sevme sebebim muhtemelen benim kişisel öykümün de “ öpünce kurbağa olmayan prensle, uykusuz prensesin rüyası “ olmasıdır…

Hayatta en büyük lüks yarına dair cümleler kurmaktır. o cümleler yarına ulaştığında ise tek gerçeğin dündür.
Ayrıca Before Sunset,  Before Sunrise dan hemen sonra izlediğinde bir kadın yaşlandıkça nasıl değişir sorusunun cevabı gibi bu film..

Filmin “gerçeklik ve aşk sanki benim için bir çelişki. kalbim çok kırıldı ve sonra toparlandım. bu yüzden artık başlangıçlarda hiç çaba sarfetmiyorum. çünkü bir işe yaramayacağını biliyorum.”
Cümlesi ile beni benden alması da cabası tabii..

Uzun diyaloglardan oluşan ikinci film de bazı konuşmalar hepimizin sorgulamaları değil mi  ?

“insanlar birşeyler yaşarlar, hatta ciddi ilişkiler… ayrılırlar ve unuturlar. sanki kullandıkları mısır gevreğini değiştirmişçesine devam ederler. ben birlikte olduğum kimseyi unutamadığımı hissediyorum… çünkü herkesin kendine özgü nitelikleri vardır.
kimseyi kimsenin yerine koyamazsın. kayıp olan kayıptır. biten her ilişki bana cidden zarar veriyor. asla tam toparlayamıyorum. bu yüzden biriyle aşk ilişkisine girerken çok dikkat ediyorum… çünkü çok can yakıyor… çünkü o kişinin en dünyevi şeylerini özlüyorum.
küçük şeylere takmam gibi.
küçük şeyler.
bu insanlar için de aynı sanırım.
onlarda her biri kendine özgü, beni şaşırtan, özlediğim… ve özleyeceğim küçük detaylar görürüm.
kimsenin yerine kimseyi koyamazsın… çünkü herkes çok güzel,özel detaylardan oluşur.''

…..
ben hiçbir zaman geçmişimi arkamda bırakıp devam edemedim. bir şeyler hep benimle birlikte geldi, gelmeye de devam edeceği cok açık. birisine aşık oluyorsunuz ve aşkın insan ömründe bir kez karşılasılacak bir mucize olduğunu düşünüyorsunuz. bir şeyler ters gidiyor ve bitiyor. sonra sevebiliyor insan başkalarını. ilk aşktan daha çok olmakla birlikte her zaman geçmişi özlersin. ben öyleyim ve bu sebepten hiç mutlu olamıyorum.
20 li yaşların başı, 30 lu yılların başı ve “Before Midnight” ile 40 lı yıllar… Aşkın evlilik ve çocuk olmuş hali… aşkın üremiş, çoğalmış ama perişan olmuş hali… seçimler ve vazgeçişler…

2. Filmden 8 yıl sonra çekilmiş bu filmin anlattığı zaman diliminde artık daha olgunlaşmışız, ilişkimiz durağanlaşmış, çocuklarımız olmuş, hayatlarımıza teknoloji girmiş...
Bununla birlikte kabulleniş de gelmiş hayatı olduğu gibi -arada direnilse de- ilişkileri ayrılıklarıyla, ölümü, kapitalist düzeni… kabulleniş…
gerçek dünyaya karşı romantizmle kurulan bir yaşam, bir kadının; hem de güçlü bir kadının zaman zaman aslında nasıl da kendini umutsuz, öz güvenden yoksun hissebildiği, bir adamın bölünmüş hayatının içinde tercihler arasında kayboluşu, hem aşktan hem de gerçeklerden vazgeçemeyişi...

3. filmi seyretmemek konusunda çok direndim ben…. Çünkü aşkın en güzel anı farkedildiği andı..oradan sonrası bir tepeden aşağıya koşmak gibidir hep… için için bu filmin ilk iki filmdeki masalı bitireceğini biliyordum… Çünkü ne masallar bitiriyordu yıllar…

Çünkü aşkı bir imkansızlık ve bir mucize gibi yaşamak..bir gerçek olarak yaşamaktan hep daha kolaydır…

Aynı kavgalar, aynı hırçınlıklar, hayal kırıklıkları, aynı aldatılmalar, geçmiş özlemleri, zamanı geriye saramayışlar yeryüzünün her bir yerinde tekrar ve tekrar yaşanacak.

Benim hikayem, başkasının hikayesi ya da güneşin batış anı…

Aynı “Tarlakuşuydu Juliet’te”  olduğu gibi… Romeo ve Juliet ölmeselerdi nasıl boktan bir evlilikleri olurdu hiç düşündünüz mü?  Evlilik içinde gittikçe çekiciliğini yitiren, sorgulayan, huysuzlaşan, mutsuz kadın ve  çözümünü aldatmakta arayan erkek…

Aşık olmak kolaydır, aşkı bulmak zordur. Ama aşık kalmak hepsinden  zordur… bu filmin  bana düşündürdüğü  bu cümle…



 Sanırım bir 4. Film istemiyorum ...